25 Ağustos 2011 Perşembe

bugünlerde bundan ibaret olmak

Garip bir ruh hali içerisinde olup, garipliğini bile bile bir çözüm getirmeyeceksin, çözüm getirmek için kılını bile kıpırdatmak istemeyeceksin, halinden bir hoşnutsuzluk duyacaksın, ama o hoşnutsuzluk kadar bir kabullenme, bir üşengeçlik var olacak tee iliklerinde. Sabah kalkacaksın yataktan, yine aynı güne gözlerini açmış gibi hissedeceksin ve bileceksin ki bugün de yine bir şey yapmak istemeyeceksin, yeni bir şey yapmak istemeyeceksin, gelmeyecek ya içinden. Yine öylesine dolanacak o deli ama şu aralar durulmuş kan damarda. Açacaksın bilgisayarını, dolaşacaksın şöyle bir yine her gün baktığın yerlerde, kim nerede ne zaman ne yapmış gibi ayrıntılarda takılıp kalacaksın, sonra kapatıp eline kitabını alacaksın, kaldığın sayfayı açıp akıcılık arayacaksın, sonra belki 20 sayfa okuyup bir bahane bulup onu da kapatacaksın. Hep bir şeyler arayacaksın, ama bulduğunu düşündüğün şeyi de yabana atacak o günü de aynı şekilde kenara koyacaksın ya, beynin her şeye kilitlenmiş olacak, herkesten her sözden kaçıp kendini sadece düşüncene kapatacaksın, ama düşüncenden de kaçacaksın...

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Risk, hayattır

''Gülmek ''SAFTIR'' denme riskini göze almaktır.
Ağlamak ise ''DUYGUSAL'' görünme riskini...
Birine yaklaşmak ''KENDİNİ KAPTIRMA'' riskini göze almaktır.
Sevdiğini söylemek ''SEVİLENİ YİTİRME'' riskini...
Düşüncelerini söylemek ise ''DOKUZ KÖYDEN KOVULMA'' riskini
Umutlanmak ''HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRAMA'' riskini göze almaktır.
Sevmek ise ''KARŞILIK GÖRMEME'' riskini...
Ama riskler alınmalıdır, hayatımızın en büyük riski, risk almamaktır.
Çünkü yaşamak, ''ÖLMEK'' riskini göze almaktır...''

18 Ağustos 2011 Perşembe

O 45 saniye...

          17 Ağustos 1999, sabah saat 03.02' de çatladı yeryüzü...
          Şanslı olanlar koştu dışarı yarı yıkık binalardan, ortalık çığlık, ortalık toz, ortalık duman... Yerde bir çocuk oyuncağı ayağa takılan, sahibinin nerede olduğu meçhul olan. Dakikalar önce yataklarında uyurken, şimdi beton yığınları arasında kalan bir milyon insan... Bir kız çocuğunun sesi duyuldu enkazdan, acılar içinde bağıran, yalvaran. Yanında anne, babası uzanan, ama sesleri çıkmayan. Bağırdı tekrar o ses beton yığınının altından : ''Kurtarın, annem yanımda yatıyor, bana dokunuyor ama sesi çıkmıyor'', sonra dedi ki aynı ses, ''duyuyorum nefesini hissediyorum, nefes alıyor, ama bir şey yapamıyorum, annemle babamı kurtarın, ben burada kalırım.''  Onlar, birkaç saat sonra da olsa birbirlerine kavuşan şanslı insanlardan. Metrelerce derinde, saatlerce bağırıp, gün ışığını tekrar göremeyen binlerce insan yitti Marmara'da. 17 Ağustos 1999'da...
          Biz, depremi yaşamayan çoğunluk, aslında hiçbir şey bilmiyoruz. Çünkü ne annemizin, ne babamızın ne de kardeşimizin çığlığını duyduk enkaz altından. Dinlediğimizde bile kötü olduğumuz o acıyı, küçücük yürekler, sayısız ana babalar tattı Gölcük'de, Adapazarı'nda. Ateş hep ve her zaman düştüğü yeri yaktı. Hatırlamak için değil unutmamak için...Bu acı gerçekliği yeni bir depremde hiçbirimizin tekrar yaşamaması umuduyla...

16 Ağustos 2011 Salı

Kim Neler Söylemiş...eyvah eyvah !

Ya haklı olsalardı...                                                                                                                                                               

''Artık Yeni hiçbir şey yok, icat edilebilecek her şey icat edildi''
                                                                             Charles H. Duell, Amerikan Patent Dairesi Başkanı, 1899

''Denizaltıların savaşta ne işe yarayabileceğini anlamadım. En fazla mürettebatın boğularak ölmesine neden olabilir.''
                                                                                                                                                   H.G Wells

''Atlar her zaman kullanılacaktır, otomobil ise ancak geçici bir moda olabilir.''
Henry Ford'un talebi üzerine otomotiv sektörünün geleceği hakkında ekspertiz veren bir banka müdürü, 1903

''Uçaklar hoş oyuncaklar, ama askeri bir değerleri yok.''
                                                                                                                              Mareşal Ferdinand Foch
                                                                                1. Dünya Savaş'ında Fransız orduları başkomutanı,1911

''Televizyon en geç 6 ay içerisinde piyasadan silinecektir.İnsanlar her akşam böyle bir kutuya bakmak istemezler.''
                                                                                                                                         Daryik F. Zanuck
                                                                                                          Twenty Century Fox'un başkanı, 1944

''Bilgisayarlar gelecekte sadece 1.5 ton ağırlığında olacaklar'' 
                                                                                                                 Popular Mechanics Dergisi, 1949

''İnsanların evlerinde bilgisayar bulundurmaları için herhangi bir neden göremiyorum''
                                                                            Kenneth Olsen, Digital Equipment Corp.'un başkanı, 1977

''Sound'larını beğenmedim, ayrıca gitar gruplarının modası geçti.''
                                                                                                   Decca Record Plak firmasının bir yöneticisi
                                                                                                                         söz ettiği grup Beatles, 1962


15 Ağustos 2011 Pazartesi

Şans ve Ben aynı cümle kuruluşunda yer almayız...

          Bu bir rüya değil, şaka da değil, tamamen başıma gelmiş olaylar silsilesidir. Okuduğum bölüm gereği, üst düzey özelliklere sahip bir laptop, iyi bir fotoğraf makinesi, harici hard disk, en az 10 gb'lık bellek falan gibi çok fazla ihtiyacım vardı, sürekli taşımak külfet tabi.Sonra bir de çıktı aldığım yerlerden bulaşan çeşit çeşit virüsler de cabası. 2007 senesinde zamanının çok iyi özelliklerine sahip bir laptobum olmasıyla başlar son bulmayacak hikayemiz.Hani benim oldu ya o laptop, işte artık ona yazık olmuştu. İlk yaz arkadaşımın ayağı kablosuna takıldı, ana kart zarar gördü ve değişmek zorunda kaldı. Onu geçtim, çıktı aldığım yerlerden bulaşabilecek en belalı virüsler bizi buldu ve biz onları hiç temizleyemedik format olmadan.Geçen yaz ekran kartında sorun yaşadık. Bu yaz da kendisi mefta oldu.Ana kartın üzerinde kabarmalar varmış yapılamazmış. Bazen laptop benim olduğu için,sorun 10000 de bir görülen bir sorun da olsa onun beni bulduğunu düşünüyorum.
          Gelelim, olympus marka işimiz görebilecek ama bir o kadar da naif fotoğraf makineme. 1 sene duygusal anlar yaşadık, kimse yoktu ama o vardı, sıkılınca şak şak kendi resimlerimi çekebiliyordum en azından. İtalya'ya ödünç verdim 6 aylığına, geldiğinde artık objektifi açılmaz olmuştu. sonra onu firmaya gönderdik, garanti süresinde olmasına rağmen neymiş efem bizim hatamızmış, arkadaş biz bir şey yapmadık diyorum, bir kere düşmüş olsun hadi, millet 10 kere düşürür bir şey olmaz, benimkini elinde sallasan kesin bozulur zaten.Tüketici haklarıdır falan baya uğraştım, kampüs Urla'da olduğundan resmen işkenceydi benim için, süründüm, ama bayrağı da elimde tutmalıydım. O arada makinenin garanti süresi bitti, bir de o derdi anlatmaya çabalıyorum her seferinde. Neyse yaklaşık 1 senelik uğraştan sonra, dedim alın ya parasını yapın makineyi ! Yapıldı, 1 ay sonra aynı sorun. Tekrar gönderdim, bu sefer o sorunu düzeltip, başka bir yerini bozmuşlar, lanetler okuyarak, açıklamalarla, umutsuzca tekrar gönderdim. Ve o makine geri gelmedi. Firmaya gittim, bize ulaşmamış dediler, kargoya gittim, isim kaydınız yok dediler, makbuz ev taşırken kaybolmuş zaten. 1 sene de geçti aradan, şuan hiçbir şey yapamıyorum. Nerede bir fotoğraf makinesi görsem gözlerim dolu dolu olur, içlenirim anca.

          Sözün özü, artık ben bir şeyi kargoya verirken elimden alıyorlar, benim verdiğim kargo kaybolurmuş; uçağa binerken iyi okuyacakmışım kendimi; yamaç paraşütü yapacağım zaman, benim paraşüt kesin açılmaz diye atladım, ama orada şansım yaver gitti, yoksa inan ölümü göze almıştım, açılmayabilirdi çünkü !

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Mimarsan, uyumazsın...

         Dışarıdan bakıldığında kulağa oldukça hoş gelen, herkesin ''ya ne kadar güzel, bir şeyler yaratıyorsun'' diye tanımladığı, eğitimini alanlarınsa ''sürünüyoruz, uyumak istiyoruz, tuvalete gitmek için, banyoya girmek için vaktimiz olsun istiyoruz'' cinsinden tanımladığı bir meslek mimarlık. Ha biz böyle söyleyince genelde ''nasıl yani'' diye tepkiyle karşılaşırız. Öyle işte, hem de aynen öyle, abartı falan değil. Şimdi uyku kısmını ele almak üzere, hadi okul hayatımıza bir bakalım.
   

          Genel manada zordur eğitimi mimarlığın. Zorluğu oturup sürekli bir şeyler öğrenme kaynaklı değildir, öğrenirsiniz elbet, ama zorluğu en başta UYUMAMAKTIR. Bildiğiniz uyumazsınız. Okuldayken, diğer bölümlerdeki arkadaşlarımla muhabbet ederdik ''Sabahlayacağım bugün'' dediğimde, ''biz de, ne var yani'' derlerdi. Sabahın 5' inde onları aradığımda hepsi uyuyor olurlardı. Çünkü bizim sabahlamamız hiç uyumamaktı, onların ki ise çoğu zaman, en geç sabah saat 4'te uyumak. Üstelik bu sabahlama muhabbeti yazıktır ki 1 günle sınırlı kalmaz, yani 1 gün sabahlayıp ertesi gün uykunun dibine vuramazsınız.Final ve vize zamanı harici genellikle 3'ten önce yatmaz, vize, final, jüri zamanları sabah 7 de yatıp aynı sabah 8'de kalkar, bilinçsizce kahvaltı yapar, bilinçsizce çizer, bilinçsizce kesip biçmeye devam edersiniz.Bu süreç 10 gün sürer. 1. sınıftayken efsanemdir, 144 saat uyumayıp, kendimi yatağa atmamak için yurt kantininde yapmıştım projeyi. Sonunda ateşler içerisinde projeyi teslim edip, odada halının üzerinde bayılıp kalmışım.18 saat sonra benden ses çıkmaması üzerine, yaşıyor muyum diye kapıya geldiklerinde açlıktan ölmek üzere olduğum fark edilmiş, 2 lokma yemek yedirilip şefkatle yatağıma yatırılmışım. Zaten 1. sınıfta neye uğradığınızı şaşırırsınız önce, bazen, hiç uyumasanız bile sanki hiç bir şeyi yetiştiremeyecekmişsiniz gibi duygulara bürünür o naçizane beden. Üstüne, hocaların gazabı gelir, aynı hoca 3 ayrı dersinize girer, hepsi için ayrı ayrı sabahlayacağınızı, vaktinizin olmadığını bilmesine rağmen ''uyumazsınız hiç artık'' diyerek yeni ödevler bindirir sırtınıza. E sonra yavaş yavaş alışırsınız, bağışıklık yapar uykusuzluk tabi üst sınıflarda. En zoru yaz tatiline girdiğinizde, sabahın 4'lerine kadar uyumamaya devam edersiniz ve evdekilerden fırçayı yersiniz.

   
          Her şeyi buraya sığdıramamakla beraber (her yazıda ayrı bir özet konusundan bahsetmek üzere) yazının çok da uzamamasını, okuyanları sıkmamasını dilediğimden, şu okuduklarınız yaşananların sadece bir özeti demeden geçemeyeceğim. Öyle tv'de görülen Şehrazat gibi pembe değil hiçbir şey.sonra bir de okul bitince yaşananlar var ki o yaraya parmak basmıyorum, bölüme girmek isteyenlerin gözü daha fazla korkmasın diyerekten, bu arada bahsedilen eğitimde İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü'ne has eğitim anlayışları olsa da, genelleme yine de bütün mimarlık fakülteleri adına yapılır bence, herkese sevgiler =)

12 Ağustos 2011 Cuma

Tarihin En Kısa Ama En Etkili Konuşması...

   ''Winston Churchill, İngiltere başbakanlığı görevinden ikinci kez istifa ederek ayrıldığı zaman, Oxford Üniversitesi'nin mezuniyet töreninde konuşmak üzere davet edilmişti. Sir Winston, protokolde kendine ayrılan yere o alışılmış kıyafetiyle, her zaman onun simgesi gibi görülen yuvarlak şapkası, yelekli takım elbisesi ve purosu ile oturmuştu.
       Oldukça uzun bir tanıtımdan sonra kürsüye doğru yürüdü. Önündeki mikrofonu iki eliyle kavrayarak birkaç uzun saniye boyunca şöyle bir duraksadı ve izleyicilere baktı.
       Sonra, tam o kendine has tarzıyla tam 30 saniye daha onlara baktı ve şöyle dedi :
     ''Asla, asla, asla vazgeçmeyin!''
     Tekrar uzun bir duraklamadan sonra çok daha seçkin ve kuvvetli bir tonda tekrar etti :
     ''Asla, asla, asla vazgeçmeyin!''
     Seyircilere gözlerini dikip birkaç saniye daha uzun uzun baktı ve yerine oturdu.
     Bu sunuş, tarihte gelmiş geçmiş en kısa ve en önemli sunuş olmuştur.Aynı zamanda da Churchill'in en unutulmaz konuşmalarından birisidir.''

                                                                                                           Kendi Kutup Yıldızını Bul, Nüvide Gültunca Tulgar

11 Ağustos 2011 Perşembe

Edi ve Büdü

          Edi ve Büdü deyince, 80-95 yılları arası doğup, çocukluğunu da aynı dönemde yaşamış bütün herkesin gülümsemesini görür gibi olurum. Bu iki kahramanı, evine onları kucaklayarak misafir eden bir nesiliz biz.Hani birlikte büyüdük, uyuduk, uyandık,yedik,içtik falan. Bir ara zorunlu ihtiyaçlarımı giderirken, anneme tv'nin sesini sonuna kadar açtırıp, o anlarımı bile onları dinleyerek geçirdiğimi hatırlıyorum. Evde de ben Büdü idim, kardeşim de Edi. İki tane örgüden oyuncağımız vardı. Canım ananeciğim örmüştü bize Edi ve Büdü'yü. Ama biz onları hep kardeşçe büyüttük, onları izlerken, ''bunlar erkek neden aynı evde yaşıyorlar?'' demedik. Çünkü hiç öyle bi hissiyat vermediler onları izlediğimizde. O yüzden şaşırdım Edi ile Büdü'nün evlendirilmeye çalışılmasına. Bu teklifi sunanlar, bu olayın LGBT (Lezbiyen, gay, biseksüel, transgender) haklarına destek olacağını belirtmişler. İyi hoş da, bu bir incelikse, bu iki kahramanla büyümüş milyonlarca insanın Edi ve Büdü hakkındaki hayalleriyle, onların şimdiye kadar akıllarda sahip oldukları yerle bu kadar kolay oynamak da tam tersi bir davranış değil de nedir? Ben bu iki harika Susam Sokağı karakterini, evet ayrı düşünemiyorum, ama şuna eminim ki evli de düşünemiyorum. Bilmem siz ne dersiniz...


Kelebekleri İtmeyin!...














Adam fısıldadı : ''Tanrım konuş benimle''
Ve bir kuş cıvıldadı ağaçta.
Ama adam duymadı.
Sonra adam bağırdı : ''Tanrım konuş benimle.''
Ve gökyüzünde bir şimşek çaktı.
Ama adam dinlemedi onu
Adam etrafına bakındı ve,
''Tanrım seni görmeme izin ver'' dedi.
Ve bir yıldız parladı gökyüzünde
Ama adam farkına varmadı.
Ve yüksek sesle haykırdı :
''Tanrım bana bir mucize göster''
Ve bir bebek doğdu bir yerlerde.
Ama adam bunu bilemedi. 
Sonra çaresizlik içinde sızlandı :
''Dokun bana tanrım ve burada
olduğunu anlamamı sağla ne olur!..''
Bir kelebek kondu adamın omzuna
Ve adam kelebeği, elinin tersiyle
uzaklaştırdı...
                    Bütün Dünya Dergisi, Mayıs 2002

10 Ağustos 2011 Çarşamba

kısa zamanda biçok şey oldu

Baya bi gezdim bu ara, İstanbul, Fethiye..Hepsi plansız olsa da çok güzeldi, özellikle Fethiye.Tabi kuzenimin hastalığını öğrenmek falan yıpratıcı oldu ama olan güzel şeyler de vardı. Uzun zaman sonra ilk kez kendimi iyi hissettim biri sayesinde, gerçekten sevebilmeye hazır hissettim tekrar, ona saygı duydum falan, ama sonra anladım ki, bu duyguları barındıran çok az insan var artık. Güzel şeylerin kısa sürüyor olmasına alıştırmalıyım bence artık kendimi... O zaman hem tatilde, hem de yalnız değildim; ama şimdi hem evde, hem de yalnızım, bence de yalnızlık kötü...
Bu bana kötü hissettiren tarafı elbet, iyi olan yanlarını saymak daha mutlu eder çoğu zaman, bu bir kaçıştır ama işe de yarar hani. Arkadaşlarla çok kaliteli bir tatil geçirdik, uyumaya vaktimiz kalmadığı için yemek yemeye bile üşeniyorduk işte.Hangi gün neyi yapacağımızı şaşırdık, yeni insanlar güzel ortamlar... Ölüdeniz'i özlemişim, Muğla'yı da sevdim, en kısa zamanda tekrar orada olmak istiyorum.Planlarımın arasına sığıştırdım bunu. Öyle işte :)