13 Aralık 2012 Perşembe

Vücudumuzu paylaştığımız organizmalar : İyi, kötü, güzel ve çirkin

         
          İnsan kendi bünyesi dahilinde zannedildiği kadar da yalnız değil aslında. İçinde çok çeşitli ekosistemler
barındıran insan vücudunu bir süper organizma olarak da kabul edebiliriz. Her birimiz, vücudumuzun içindeki
veya derimizin üzerindeki gözle görülen ve görülmeyen birçok faydalı ve zararlı canlı organizma ile kaynaşmış
durumdayız. Vücudumuzun doğal, sağlıklı mikroflorasını oluşturan faydalı mikroorganizmalar, önemli hastalıklara neden olan bazı mikroplar ve parazitler ile birlikte yaşayan bizler aslında yürüyen birer ekosistemiz.
          Bakteriler, virüsler, funguslar ve tek hücreli canlılar olan protozoalardan oluşan yaklaşık 2000 farklı türden,200 trilyon kadar mikroskobik organizma şu anda vücudumuzun içinde yaşıyor, besleniyor, çoğalıyor, savaşıyorve ölüyor. Özelliklede sindirim sisteminde bulunan 1000 kadar farklı türden mikroorganizmanın toplamağırlığı nerdeyse 2 kilogram, bu görülebilecek en geniş mikroorganizma koleksiyonu. Aynı şekilde, derimizinher bir santimetrekaresinde 1 milyondan fazla mikroorganizma konuk ediyoruz. Bir mikroorganizma topluluğu kafatası derisindeki saç kıllarının diplerine tutunup yaşarken başka bir topluluk dirseğimizin kıvrımlarına yerleşiyor.
          Ağzımızın içinde ise yüzlerce farklı türde organizma barındığı biliniyor. İnanılmaz değil mi? Bahsettiğimiz
öyle bir çeşitlilik ki, tek bir dişin farklı yüzeylerinde birbirinden tamamen farklı mikroorganizma topluluklarının
bulunması bile mümkün. Yapılan araştırmalar, fizyolojik olarak birbirinden pek de farklı olmayan vücut kısımlarının birbirine benzer mikroorganizma toplulukları içerdiğini gösteriyor. Birbirinden farklı kısımlarda ise, örneğin terleyen koltuk altlarında ve kuru önkol kısımlarında çok farklı mikroorganizmalar bulunuyor.      Mikroorganizmalar kirpiklerimizden ayak parmaklarımızın arasına kadar, vücudumuzun her köşesine yerleşmiş durumda. Bu mikropların yaklaşık % 99’unu bakteriler oluşturuyor. Bilinçsizce kullanılan geniş spektrumlu antibiyotiklerin bu doğal mikrofloraya verdiği zarar tahmin edemeyeceğimiz kadar büyük. Antibiyotikler hastalık yapan bakterilerle birlikte Lactobacillus acidophilus gibi birçok faydalı bakteriyi de öldürüyor. Bu yüzden pek çok insan antibiyotik kullandığı zaman sindirim sisteminde rahatsızlıktan şikâyet ediyor. Günümüzde ise bu durumun bilincine varmış milyonlarca yetişkin, prebiyotik içeren ek gıdalar tüketmeye gayret ederek bağırsaklarındaki probiyotik dengesini korumaya çalışıyor. Trilyonlarca sağlıklı mikroflora vücudumuza nasıl ve ne zaman yerleşiyor?
          Yeni doğan bebeklerle yapılan bir çalışma sonucunda araştırmacılar yaklaşık 100 kadar mikroorganizma türünün doğum sırasında vücudumuza yerleştiğini artık biliyor. Başka bazı mikroorganizmalar da doğumdan sonra annelerin derilerinden bebeklere geçiyor. Bebeğin dış çevreyle ve diğer insanlarla teması arttıkça vücuttaki mikroorganizmaların sayısı da giderek artıyor ve mikroorganizmalar çeşitleniyor. Bebek altı aylık olduğunda vücudunda yaklaşık 700 farklı türde mikroorganizma barınıyor, üç yaşına geldiğinde ise her bireyin tıpkı parmak izi gibi, kendine has bir mikrobiyal florası oluşuyor. Gen diziliminin belirlenmesi çalışmaları bebeklerin vücudundaki sağlıklı mikroflorada daha çok fungus türü organizmalar bulunduğunu gösteriyor, yetişkin bir insanın vücudunda ise bakteriler baskın. Bebeklikten itibaren vücutlarında sağlıklı ve dengeli bir mikroflora gelişen insanların bağışıklık sistemlerinin daha kuvvetli olduğunu ve metabolizmalarının daha etkili ve sağlıklı çalıştığını savunan araştırmacılar, anne sütünün bu duruma büyük katkısının olduğunun da altını çiziyor...
          İnsan vücudunun içinde gizli ve esrarengiz yaşamlar olduğu, hayli garip görünümlü organizmaların vücudumuza yerleşmiş olduğu fikri kulağa biraz ürkütücü gelebilir, fakat vücudumuzun daimi konukları olan birtakım mikroorganizmalar aslında tamamen zararsızdır. Bu gözle görülemeyen canlıları tanımak ve sağlığımızı nasıl etkiledikleri hakkında bilgi edinmek için yapılan çalışmaların sayısı gün geçtikçe artıyor...
          Vücudumuzda mikroflora bulunmasaydı, hepimiz sağlıksız olurduk, tükettiğimiz gıdaları sindiremezdik ve bağışıklık sistemimiz çökerdi. Bu mikroorganizmalar doğduğumuz andan itibaren bizimle ve birbirleriyle uyum içinde yaşıyorlar. Biz onlara yaşamaları için bir ortam sunuyoruz, onlar da bize çeşitli vitaminler ve aminoasitler sağlıyor. Daha da önemlisi hastalık oluşturan hemcinslerine karşı koruyucu bir tabaka oluşturuyorlar. Vücudumuzu paylaştığımız faydalı organizmalarla aramızdaki uyum bazen dışarıdan gelen ve hastalık yapan organizmaların işin içine girmesiyle bir karmaşaya da dönüşebilir. Virüs, bakteri, protozoa ve fungus gibi bazı zararlı mikroorganizmalar vücudumuzu istila edip bulaşıcı ya da kronik hastalıklara neden olabilir. Örneğin nezle, grip, suçiçeği, kızamık, AIDS ve rahim ağzı kanseri gibi hastalıklara bazı virüsler neden olur. Boğmaca, zatürre, verem gibi hastalıklara da bakteriler neden olur. Bazı tropik ülkelerde çok sık rastlanan sıtma hastalığına ise Plasmodim cinsi bir protozoa neden olur. Saç kıran ve ayaklarda görülen mantar hastalıkları fungusların neden olduğu, en bilinen hastalıklar arasındadır. Bu mikroorganizmaların bazıları vücudumuzda zaten bulunur ve bağışıklık sistemi zayıfladığı anda hastalığa neden olurlar, bazıları ise dışarıdan bulaşarak vücudumuzu istila eder.
          Zararlı mikroorganizmaların vücudumuzdaki varlıklarını oluşturdukları belirtilerle bir şekilde, ister istemez hissederiz. Ama bazen varlıklarını hissedemediğimiz parazitlerle de vücudumuzu paylaşmak durumunda kalabiliriz.
          Parazitler, bir canlıya bağımlı olarak yaşayabilen ve üzerinde yaşadığı canlıya zarar verebilen organizmalardır. Bu canlılardan bazıları ancak mikroskopla görülebilirken, bazıları 10-15 metre uzunluğa ulaşabilecek kadar erginleşebilir. Bir parazit, üzerinde yaşadığı canlının besinine, enerjisine ve hatta hücrelerine ortak olarak yaşamın sürdürür. Karın ağrısı, alerjik döküntüler, uykusuzluk, yorgunluk, unutkanlık, iştahsızlık, kansızlık, demir noksanlığı, bulantı, kusma, ishal, kabızlık gibi çok geniş yelpazede belirtilere neden olurlar. Parazitler iyi pişmemiş etleri, iyi yıkanmamış sebzeleri, bulaşık suları tükettiğimizde ağız yoluyla ya da bulaşık toprak ve sulardan deri temasıyla vücudumuza girer. Bazıları da sivrisinek ve karasinek ısırmalarıyla vücudumuza yerleşir. Parazitler sadece bağırsaklara değil vücudumuzun hemen hemen her yerine, örneğin akciğere, karaciğere, kaslara, eklem yerlerine, beyne, deriye ve hatta gözlerimize yerleşirler. Bazı insanlar sürekli açlık hissi ile kıvranır ve devamlı yemek yeme ihtiyacı duyar ama bir türlü kilo almazlar. Belki de farkında olmadan yedikleri ve içtikleri tüm gıdalar vücutlarında yaşayan parazitler tarafından tüketiliyor ve geriye sadece hiçbir besin maddesi içermeyen bir posa ve parazitlerin dışkıları kalıyordur. Bu parazitlerle ilgili en önemli gerçeklerden biri de hayli gelişmiş bir hayatta kalma mekanizmalarının olması. Tek yaptıkları şey yemek, içmek ve üremek. Daha da kötüsü, çok hızlı çoğaldıkları için bu organizmalardan kurtulmamız o kadar da kolay olmuyor, üstelik vücudumuza yerleştikleri andan itibaren 10-30 yıl içimizde kalabiliyorlar.    Genelde tıbbi olarak teşhis edilmeleri de çok zor. Fakat bazı parazit solucanların neden olduğu hastalıkların, örneğin fil ayağı hastalığının belirtilerini gözden kaçırmak pek de mümkün değil. İnsan vücudu binlerce farklı türde parazite ev sahipliği yapabilir. Bunlar arasında yuvarlak solucanlar, kıl kurdu, çengelli kurtlar, kamçı kurtları, tenya (şerit) kurtları en yaygın olanlardır. İstatistiki değerlere baktığımızda dünya genelinde yaklaşık 1.5 milyar insanın vücutlarında yuvarlak solucan barındığını görüyoruz. Kamçı kurtlarının yaklaşık 1 milyar insanı, kancalı kurtların ise nerdeyse 1.3 milyar insanı enfekte ettiği belirtiliyor. Son derece zararlı canlılar olan parazitlerden korunmanın temelinde, yenilen içilen gıdaların temiz ve sağlıklı olması, çiğ olarak tüketilen yiyeceklere çok dikkat edilmesi ve genel hijyen kurallarına uyulması yatıyor. Şimdiye kadar bahsettiklerimiz vücudumuzun içinde bulunan parazitlerdi, bir de hepimizin bildiği bit, pire, kene, uyuz böcekleri gibi dış parazitleri de düşünürsek aslında sandığımızdan daha fazla parazit ile iç içe yaşadığımızı fark ederiz. Ürkütücü, ama hayatın gerçeklerinden biri, hiç birimiz sandığımız kadar yalnız değiliz!


Özlem Kılıç EKİCİ, Bilim ve Teknik, Sayı 524, Temmuz 2011

21 Şubat 2012 Salı

FETİH 1453

          Fetih 1453 dediğimizde filmi duymayan, bilmeyen yoktur sanırım... Ben de 1 senedir filmin gösterime girmesini bekleyen meraklılardanım, bundandır ki filme baya beklentili gittim, e bu da kötü oldu tabi..Başlangıcı oldukça etkileyici bir film, 672 yılında Hz. Muhammed'in evinde başlıyor, Fatih'in doğduğu günden alıp, siyasi gelişmeleri işleyerek devam ediyor..
         Filmin geneli, okulda gördüğümüz Osmanlı tarihindeki klişe bilgilerin yansıtılmasından ibaret, elbet insanların çektikleri zorlukların anlatıldığı etkileyici birçok nokta var, ama ''aa bu da mı olmuş?'' şeklinde şaşırtıcı bir nokta yakalamayı bekledim ben hep. Ulubatlı Hasan'ın çok ön planda işlenmesi, ama bunun yanında savaş boyu ordu yanında seferde bulunan Akşemsettin'in sanki savaş ortasında bölgeye gelmiş gibi gösterilmesi; senaryonun, Sultan Mehmed'in   savaşın arka planında uyguladığı zeki savaş taktiklerine girmek yerine savaşı direk yansıtması; olayın kopma noktası olarak bildiğimiz, gemilerin karadan yürütülerek - ki bu görülmemiş bir taktikti - Haliç'e indirilmesi olayına sadece değinilmesi eksikliklerden birkaçı idi...Örneğin, Akşemsettin ile konuştuktan sonra Fatih gemileri karadan yürütmeyi nasıl düşündü, tam da savaş kaybediliyor denirken buna nasıl cesaret etti, tam olarak nasıl uygulandı? Bunlara değinilseydi çok da güzel olurdu. Bazı kronolojik hataların olduğu da bir gerçek, örneğin Eyüp Sultan'ın mezarının fetihten sonraki senelerde bulunduğunu yazar tarih kitapları, ama filmde fetih esnasında gidilmekte mezara...
          Filmin her noktasında Fatih Sultan Mehmed'in kararlılığı ve iman kuvveti, genç yaşında göstermiş olduğu cesareti vurgulanmakta, bu Fatih'i yansıtmak için doğru ama eksik, zekası daha ön planda olmalıydı diye düşünüyorum. Hiç mi iyi nokta yok denirse, elbetteki etkilendiğim, burası gerçekten övgüyü haketmiş dediğim sahnelerden bir-iki örnek : 29 Mayıs sabahı surlar önünde cemaat olarak kılınan namaz sahnesi , lağımcıların kazdığı tünelllerle yıkımda olan büyük etkilerinin anlatıldığı sahneler vb...
          Şimdiye kadar yapılmış Türk sinemasının en büyük bütçeli filmi diye biliyorum Fetih 1453'ü...Bu büyük bütçeyle,filmin başlangıç ya da sonunda, 'fetihin bir çağ kapatıp bir çağ açtığı', 'Fetih için tarihin en büyük topunun döküldüğü' ,'İlk kez  karadan gemilerin kaydırılması tarzı zekice bir taktik uygulandığı' gibi savaşın ''en'' lerinin küçük notlar halinde yer alması; ve en önemlisi, salı günü fethedilen şehirde, cuma günü Ayasofya'da kılınan cuma namazı ve namazda Fatih'in secdeye varışıyla filmin bağlanması çok etkileyici olurdu.
          Oyunculuk açısından baktığımda, Ulubatlı Hasan rolüyle İbrahim Çelikkol, rolünün hakkını en iyi veren oyuncu idi. Fatih Sultan Mehmet'i canlandıran Devrim Evin'in de genele göre iyi olduğunu düşünüyorum.
          Kendime göre naçizane fikirlerimi söyledim, atladığım,eksik olan çok şey olabilir, Faruk Aksoy'un ve ekibinin emeğine saygımın sonsuz olduğunu söylemeden geçmek istemem tabi, tarihimizi unutanlara yeniden hatırlattıkları için...

4 Eylül 2011 Pazar

Anlayamıyorum Tanrım...Anlayamıyorum...

          Adamın biri bir gece bir rüya görmüş:
          Upuzun bir kumsal boyunca yanında tanrı ile yürüyormuş. Onlar yürürken de, tam karşılarında gökyüzünden, bir film şeridi gibi adamın hayatından sahneler geçiyormuş.
          Kumsal adamın hayat yolu imiş sanki...
          Adam kumda iki çift ayak izi kaldığına dikkat etmiş.Ayak izlerinin bir çifti kendisine, diğeri ise Tanrı'ya aitmiş.
          Hayatının son sahnesi de gökyüzünden geçtikten sonra adam, kumdaki ayak izlerine boydan boya bir daha bakmış.
          Ve birden bir şey dikkatini çekmiş :
          Hayat yolunun pekçok bölümünde kumda sadece bir çift ayak izi görülüyormuş ve adam dehşet içinde fark etmiş ki; ayak izleri, hayatının en kötü, en acı anlarında teke iniyor.
          En acı zamanlarda hayat yolunda yapayalnız yürüdüğünü fark etmek onu fena halde rahatsız etmiş.
          Ve Tanrı'ya sormaya karar vermiş:
          ''Tanrım... Eğer sana inanırsam, senin yolundan gidersem her zaman yanımda olacağını ve her zaman yanımda yürüyeceğini söylemiştin...
          Oysa hayat yoluma bakıyorum. En zorlu, en çetin ve en acılı zamanlarımda sadece bir çift ayak izi görüyorum kumda.Anlayamıyorum Tanrım anlayamıyorum. Hayatın kolay günlerinde yanımda yürüyorsun da sana en muhtaç olduğum anlarda beni neden terk ediyorsun?''
          Tanrı gülümseyerek cevap vermiş :
          ''Ben seni çok sevdim ve hiç terk etmedim. Hayat yolundaki o zorlu sınav günlerinde, en acılı ve en kötü  anlarında, kumda hep bir çift ayak izi gördün.
          Çünkü o zaman ben, seni kucağımda taşıyordum!''

25 Ağustos 2011 Perşembe

bugünlerde bundan ibaret olmak

Garip bir ruh hali içerisinde olup, garipliğini bile bile bir çözüm getirmeyeceksin, çözüm getirmek için kılını bile kıpırdatmak istemeyeceksin, halinden bir hoşnutsuzluk duyacaksın, ama o hoşnutsuzluk kadar bir kabullenme, bir üşengeçlik var olacak tee iliklerinde. Sabah kalkacaksın yataktan, yine aynı güne gözlerini açmış gibi hissedeceksin ve bileceksin ki bugün de yine bir şey yapmak istemeyeceksin, yeni bir şey yapmak istemeyeceksin, gelmeyecek ya içinden. Yine öylesine dolanacak o deli ama şu aralar durulmuş kan damarda. Açacaksın bilgisayarını, dolaşacaksın şöyle bir yine her gün baktığın yerlerde, kim nerede ne zaman ne yapmış gibi ayrıntılarda takılıp kalacaksın, sonra kapatıp eline kitabını alacaksın, kaldığın sayfayı açıp akıcılık arayacaksın, sonra belki 20 sayfa okuyup bir bahane bulup onu da kapatacaksın. Hep bir şeyler arayacaksın, ama bulduğunu düşündüğün şeyi de yabana atacak o günü de aynı şekilde kenara koyacaksın ya, beynin her şeye kilitlenmiş olacak, herkesten her sözden kaçıp kendini sadece düşüncene kapatacaksın, ama düşüncenden de kaçacaksın...

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Risk, hayattır

''Gülmek ''SAFTIR'' denme riskini göze almaktır.
Ağlamak ise ''DUYGUSAL'' görünme riskini...
Birine yaklaşmak ''KENDİNİ KAPTIRMA'' riskini göze almaktır.
Sevdiğini söylemek ''SEVİLENİ YİTİRME'' riskini...
Düşüncelerini söylemek ise ''DOKUZ KÖYDEN KOVULMA'' riskini
Umutlanmak ''HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRAMA'' riskini göze almaktır.
Sevmek ise ''KARŞILIK GÖRMEME'' riskini...
Ama riskler alınmalıdır, hayatımızın en büyük riski, risk almamaktır.
Çünkü yaşamak, ''ÖLMEK'' riskini göze almaktır...''